Güzel bir pazar sabahından herkese merhaba 🙂 Uyandım, kendime geldim ve şimdi elimde sıcak çikolatamla film yorumumu giriyorum. Güzel, keyifli bir gün olması dileğiyle. Ha, bu arada beğenileriniz, önerileriniz, tezlerime olan antitezleriniz benim için kıymetli bundan dolayı iki üç kelâmlık yorumlar yazıp iletişim ağını canlı tutmamıza izin verelim.
Velhâsıl kelâm film yorumumuza gelelim. İlk film yorumumuz Türk yapımı bir psiko-analiz filmi olacak. “YERALTI” filmi 2012 yapımı Zeki Demirkubuz filmidir. Senaryo aşamasında Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar isimli eserinden esinlenilmiştir ki emin olun filmi izlerken bunu fark edeceksiniz çünkü ben bu ayrıntıyı bilmeden bile filmi izlerken kendimi Dostoyevski’nin beyninde bulmuştum. Peki gelelim esaslı haddimiz olmasa da eleştiri kısmına.
“Kargaşa. Anılacak günlerim olmadı mı benim? Ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği, silahıma yapışıp sabahın serinliğini beklediğim, kuzey gemileriyle sağır olduğum günler, sepet örmeyi unuttuğum günler olmadı mı ?” söze İsmet Özel ile başlamak istedim. Konuşacağım filmle pek alâkalı dizelerdir. Film toplumdan soyutlanmış bireyin somut bir varlığa dönüşme çıkmazını anlatıyor. Aşağılık kompleksi olan Muharrem. Kendi kendini toplumdan soyutladığı hâlde toplumun onu kabul etmediğini sanıyor. Gerçi sanmanın da ötesinde toplum Muharrem’i kabul etmiyor ama neden? Çünkü Muharrem, toplumun kendisine inşaa ettiği o ütopyayı, yalanlar dünyasını, egonun da üzerinde olan gerçeklerle yıkmaya çalışmaktadır. Toplumun bu aşağılık düzende hayatına devam etmesi ona trajikomik bir oyunu andırmaktadır. Ama yine de nefret ettiği bu toplumda kendini yer aramakta. Hepimiz gibi. Aslında Muharrem bizim alter egomuzu temsil eder. Kendimize itiraf edemediklerimizi, halının altına süpürdüğümüz gerçekleri yüzümüze vurmak için oradadır. Bir yerde Muharrem ” İyi olmak istiyorum, izin vermiyorlar. İyi olamıyorum.” diyor. Hadi buyurun kurtlar sofrasına. İzin vermeyen kim? Toplum mu yoksa Muharrem’in alter egosu mu? Aslında düşünecek olursak Muharrem’in sorunlarının hepsi bir personasının olamamasından kaynaklı. Tabii bu da tartışılır. Persona tanımı basite indirgenecek olursa günlük hayatta yaşama tutunmak için yarattığımız maskeler. Bu maskeler sayesinde hayatta kalırız, iletişim kurabiliriz ve toplumda yer ediniriz. Ama kafamı karıştıran bir nokta var. Konudan konuya atlıyorum ama mahzur görün. Konuya dönecek olursam; yalnızlık denen şey insanlara göre değilse yani biz yalnız kalamayan yaratıklarsak yani topluma muhtaçsak, dikkatinizi çekerim baylar ve bayanlar, bu toplumun kölesi olduğumuz anlamına gelmez mi? Ya da toplumun kulu yani demek istediğim toplumu tanrısal bir unsur olarak görmemiz ! Peki, toplumun kölesi olmazsan yani başka bir deyişle yalnız olursan ne olur? Söyleyeyim ben; delirirsin. Deli olmak! Çok karmaşık bir durum bu deli olmak. Topluma kalırsa deli olmak duruma ve koşula göre iyi ve kötü olmak üzere iki farklı norma ayrılıyor. Mesela deli gibi film izlemek, kitap okumak… Burada kötü bir şeyi anlatmak istemiyordur sanırım. Ama bir yandan da ” deli misin sen? ” gibi kötü bir anlam taşımak da. Yani topluma göre eğer hoşuna gidiyorsan, toplumun gönlünü eğlendiren bir fahişe olabiliyorsan deli olmak da güzeldir. Ama öbür türlüysen senin yerin yoktur bu yurtta. Kimin umrunda! İşte baylar ve bayanlar! Saçmalığın dizboyu.Toplum sizi kullanmakta her gün, her gün başka bir şeye dönüşüyorsunuz. Toplum sizi sömürüyor ve siz bundan zevk alıyorsunuz. Yakında kendi kanınızda boğulurken bile toplum için kanınızdan kokteyl hazırlayıp, ona sunacaksınız çünkü insan kendi zekasıyla köle olan bir aptaldır.
Peki her şey çok güzel ama kim bu toplum. Kim dediğime göre bir bedene sığdırılmış olmalı… mı? Ben toplumu şöyle tanımlamak istiyorum. Aslında toplum bizim kafamızda. Aslında toplum denen şey bizim kendimizin yarattığı korkularımızdan başka bir şey değil. Toplum diye bir şey yok. Neden mi ? Çünkü insanlar birlik olacak kadar engin varlıklar değiller. E özgür de olamazlar çünkü yaradılışları köle olmaya mahkûm. O zaman ne olacak? Kendi kafalarında bir norm yaratacaklar. O norm zincire vuracak zihinlerini ve düşüncelerini, hapsolacaklar kendi kafeslerine. Sonra da şikâyet etme hakkı bulacaklar. Bilirsiniz, insanoğlu suçu başka şeylere atmakla meşhur, kendini mükemmel bulan aşağılık kompleksin dik âlâsı yaratıklar sonuçta. Şaşırmamak lazım. Yani beyler ve hanımlar ve beni dinleyen diğer boyutların yaratıkları. Toplum sizsiniz, toplum bizim zihinlerimiz. O zihindeki yargıyı söküp atmadıkça içinden toplum seni kabul etmeyecek, yani kendin. Bunun bir sonu yok. O yüzden kendini soyutlamaktan vazgeç. Tüm benliğini kabul et çünkü sen busun. Ve çok karşısına gecelerini kâbus eden toplumun. Tüm hatalarını, hüzünlerini göster ona. Ve de ki ; ” Ben buyum, burası benim yurdum ya kabul edersin ya da susarsın.” Ve selamımı söyle ona, eski dostuzdur kendisiyle, hatrım geçer. İyi gülmeler.
Yazınızı çok beğendim, emeğinize sağlık. Kendinizi geliştirmemiz açısında bu platformun size fazlasıyla katkı sağlayacağını düşünüyorum
Birkaç eksik elbette olacak ama yorumunuz başarılı olduğu için örtbas edilmiş, yeni yorumlarınızı sabırsızlıkla bekliyor olacağım, tebrikler������������
çok güzel olmuş … kaleminize, yüreğinize sağlık …
Ne hoş bir anlatım! Zeki Demirkubuz’un bu filmini izlememiştim. Sanırım izlemenin vakti geldi.
Yazınızı okurken Bukowski’nin şu sözü aklıma geldi. “Bazıları hiç delirmez. Ne korkunç hayat sürüyorlardır kim bilir!”